<< Bir şarkı takıldı beynime, "fazlası zarar" diyordu. "Evet" dedim ya, "fazlası zarar" işte. "Bunu bilmeyecek ne var sanki? Beni burdan dışarı çıkar." Hep fazlasın, herşeyi fazlaca sevmek, fazlaca istemek konusunda master degree bir mühendis gibi davranıyorsun. Yeter artık. Büyü biraz!>>
İstanbul'a bakıyorum. İstanbul'un en güzel penceresindeyim üstelik. Boğazda, ucuz olamayacak kadar güzel olan, en ucuz yerde.
Yılların ne kadar hızlıca geçtiğine dair kötü bir hisle** ayılıverdim görüntüden. Lattem biraz fındık notlarının acılığını kapsıyordu ancak tadı damağımdaydı. Yutkundum. Derince.
Bu şehire ayak bastığım günlerde ne çok gelirdim buraya. Oyuncaklarına tutunmak isteyen bir çocuk misali, bu manzaraya aşık olduğumu düşünerek bağlanmaya çalışıyordum. Hata yaptım, en büyük hatam canlı sandığım bir görüntüye bağlanmaya çalışmaktı. İnsanlardı bağlaçlarım. İnsanlar. Değerli, güzel gözlü, sarı saçlı, bir kısmı gamzeli, bir kısmı şişko, sevecen yüzlü, sarıp sarmaladığında gücüne saygı duyduğum insanlar. Evet geldiğimde bomboştu buralar, insanlarımı bırakıp gelmiştim bu şehire. Bir manzara beni buraya bağlayamayacaktı. Bilerek, çok da iyi bilerek gelip bu terasa, ısrarla kahve içerdim. Bazen yanımda Ogün olurdu... Düşündümde.. Çoğunlukla Ogün olurdu aslında. Ağlardım ben de çoğunlukla. Gözyaşlarım akmasa bile, içime içime akıttığımı bile bile dinler, dinlerken buraları sevdirmek için cümleler sarfederdi. "Cihangir tam senlik" derdi, veya İstanbul'da bir manzaranın ne kadar güzel olabileceğinden bahsederdi. Bu şehire ilk geldiğinde yaşadığı buhranları, şimdilerde ise burdan nasıl kopamadığını anlatırdı. Haklıydı. Zaman ilaç olacaktı ama bilemezdim. O ilacın nerde satıldığını bile bulamayan, şehrin büyüklüğünde kaybolmuş bir kadındım. Üstelik beklemekle de işim olmazdı, şımarıktım.
Düşündüm, zaman o şımarıklıkları yüzüme vura vura geçmiş bile. 2016 nasıl bir seneymiş, ömrümden 3-5 yıl çalmış. Takvime bakınca 27 Aralık 2015 tam da Bebek Starbucks'lık bir pazarmış gibi görünüyor burdan. O zamanlar üzüldüğüm şeyleri hatırlamak için beynimi zorladığımda çok şey var ellerimde. ^^Derin şeyler.
Şehir. Evet şehir. Bu şehir olmamış bana. Kalabalık, boğuluyorum. Kalabalıklar içinde yapayalnızım, kayboluyorum.
İnsanlar, dostlarım. Evet yoklar burda. Şurda gece 23:00'ı geçerken arayıp, "ya biraz konuşalım mı, ama yüzyüze" diyebileceğim KİM-SEM YOK!
Ev. Evet ev başıma yıkılmış gibi. Evim. Evimiz yok gibi. Otel odasından farksız ki, o odalar bile çokça mutlu anlara sahip oluyorlar. Bense kaybolduğuma eminim o çöplükte.*
* Çöplük : Evim
Takvim, 27 Aralık 2016. İstanbul'a bakıyorum. Yine. Aynı manzaradan. O buhranlı dönemlerde kaçıp kaçıp geldiğim manzaradan bahsediyorum. Yanımda kimse yok. O zamanlar yakasından tutup, istese de istemese de zorla Ogün'ü buraya getirtirdim. Allah'ı var o da çok sever burayı. Şimdi yok. Muhtemelen adalar manzaralı ofisinde çalışıyordur şu an. Benden çok da kötü durumda değildir yani. Hava güzel, yazdan kalma ancak ayazlı biraz. İçime rüzgar üflerken karşımda, yanımda, etrafımda oturan insanların dikkatlice bana baktığını farkediyorum. "Ne yazıyor acaba" diyorlar muhtemelen. Bilemezler ne yazdığımı, sorsalar söylerim. Ama sormayacaklar. İstanbul böyle çünkü, bir adım geriniz sizi izleyenlerle dolu, size -arka çıkanlarla- değil. Kocaman kalabalıkta yapayalnızsınız, ve bunu ben bile öğrendiysem, hepiniz öğrenirsiniz. Buraya tutunmak için insanları tercih etmemelisiniz. Denedim. Olmuyor. Buraya tutunmak için, martılara, deniz manzarasına, havasına sarılmalısınız. Evet yani başından beri doğru şeyi yapıyorum. İstemsizce, bir kaç doğru yönlendirmeyle, düşe kalka anladım bunu. Ve evet, büyüdüm. Suçlu 2016 değil yani, suçlu benim biraz. Eskişehir suçlu belki de. Hep arkamda destek olmayı tercih ettiği için Eskişehir, büyüyememişim meğer. 2016 değil, İstanbul öyle bir büyüttü ki beni. İnanılmaz haldeyim. Geldiğim yere, olgunluğa inanamıyorum. 1 sene içinde iş değiştirebilecek vurdumduymazlığa ne zaman geldim? O şirketten çıkarken bir kaç gözyaşından başka hiç bir şey dökemediğime inanamıyorum mesela. Duygusal olarak bir şeylere bağlanmamak için oluşturduğum muhteşem mekanizmam devrede. İnsanlara olan bağlılığım yüzeysel, hele de hayatıma yeni girenlere. Onlar var olsunlar hep ancak, asla derinleşemeyecekler. Sevdim dediğim hiç kimseyi kendimden çok sevemiyorum artık. Mekanizma buna izin vermiyor. Kendimden çok sevdim diye kendimi kandırmaya çalışsam da bir şey oluveriyor, bir cümle bir davranış, kızıyorum ve evet ÇAT! bitiveriyor sevgim. Kendimi hep daha çok sevmeye odaklandım bu şehirde. Çünkü ben kendimi sevmezsem, o da beni sevmiyor. Şehir yani. Sevmiyor. Ne olursa olsun beni sevecek, ve benim onları seveceğim yeterince dostum var. Fazlasına da ihtiyaç duymuyorum. Mekanizma sağlam. Beni bana sevdiriyor, şehri bana, beni şehre sevdiriyor ve evet, yetiyor.
2017, güzel bir yıl olsun diye sağlam adımlarla yola çıktım. Her noktasına yakışacağımı düşündüğüm yeni bir iş ile başlayacağım bu yıla. İstanbul'a alıştım. Kaybolup gitmiyorum artık. Buraya yapayalnız gelmek koymuyor. İnsanların olmaması hoşuma bile gidiyor. Kitap okuyacak daha çok vaktim var, müzikle haşır neşir olmaktan mutluyum. 27 yıldır, hiç bir yaşımda bu kadar büyüdüğümü, bu kadar değiştiğimi, sosyal ve kültürel anlamda bir tık doygunluğa ulaştığımı hissetmemiştim. Yazmak keyif veriyor. Her okuduğum kitapla yazı dilimin geliştiğini görmek umutlandırıyor. Evim çöplük olamayacak kadar güzel artık. Çiçekli, üstelik bir sürü plaklı. Işıkları kapatıp, Ogün'ün ev hediyesi olan abajuru yaktığımda, dinlemekten keyif aldığım herhangi bir plağı o iğnenin altına yerleştirmek hoşuma gidiyor. Eskişehir'den dostlarım geldiğinde onlara vakit ayırmanın verdiği haz, yılda 3-4 sefer de olsa çocukluğuma göz kırpıyor. Yetiyor o göz kırpmalar. Ve evet, İstanbul'a alışmış olmak güçlendiriyor.
Güçlendim, büyüdüm. 1 yaş içine bir sürü yılı, yaşı birden sığdırdım. 27 yaş sendromunu başarıyla tamamladım. Manzara diyorduk. Ona sarıldım. Yılların hızlıca geçtiğine dair içimi kaplayan kötü his**, üflediğim sigara dumanıyla Marmara Denizi üzerinden uçup gitti. Lattem soğumuştu, bitmeye yakındı ancak derince tekrar yutkundurdu ve bir sözü getirdi aklıma. Bugün, işbaşı belgelerimi verirken güzel gözlerle gözlerimin içine güle güle bakan adamın sözü.
Tekrardan aramıza hoşgeldin.
- Evet, ben, aranıza H O Ş G E L D İ M.***
*** Haberi yoktu onun ama, kurduğu cümledeki "tekrardan" kelimesinin bende yarattığı duygu çok başkaydı. 1 seneden biraz fazla oldu bu şehre geleli ancak, geçtiğim 1 yıl hayatıma beni büyütmek harici hiç bir şey katamadı. Yitik bir yıl yani. Arkası dolu, içi boş bir yıl. O yüzden "Evet" dedim. "Ben" dedim ve duraksayıp, gülümsedim. "Ben, yeni ben, yani ben, aranıza tekrardan H O Ş G E L D İ M."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder