13 Aralık 2015 Pazar

Yoldaiki~

Üniversite sınavının hemen sonrası, tercihlerle uğraşırken, anadolu eczacılık yaz diye yalvaran anneye "ya bakkallık mı yapıcam, ben mühendis olmak istiyorum" diye çemkirerek ilk idealist hatamı yapmıştım. 

Sonrasında koşa koşa uzaklaştım bu şehirden. Hem aileden uzak kalmanın ışığı yanıyordu gözlerimde, hem de ODTÜ nün cezbedici ağaç kokusu burnumdaydı. 

5 yıl o okulun her köşesine anı bırakarak yaşadım. İyi ki yapmışım dediğim bir sürü an ile doldurdum hem ODTÜ yü hem kendimi. 

Mühendislik zor görünüyordu. Hem okuması, hem sonrası. Bir sürü işsiz doluydu etraf. Mezunlar gününde gelen mezunların söylediği cümleler beynimde dönüyordu. "ODTÜ mezunu olmama rağmen, özel sektörde tutunamadım." "Ben mesleğimi yapmıyorum, pastane açtım." "Catering firmalarında üç kuruş maaşa çalışıcaksınız, oje bile süremiceksiniz bunu biliyor muydunuz?" 

Mezuniyet yaklaştıkça her koldan başvurular başladı ve Pınar Süt gibi büyük bir firmadan iş teklifi aldım. Henüz mezun dahi olmamıştım. Şirket Eskişehir'deydi. Bu ailemin yanına dönmek, özgürlüğümün belki bir miktar kısıtlanması, İstanbul'da hali hazırda iş sahibi sevgiliden uzak kalmak(kendisi şimdilerde kocam olur) anlamına geliyordu. Ama başka çarem de yoktu. Hem şirket büyüktü, güzel bir başlangıçtı. Hem başka bir seçenek sunulmamıştı önüme. 

Ağlaya zırlaya ayrıldım ODTÜ'den. Devrim stadının koca harflerinden "EV" i bağrıma basıp ev bilmiştim o okulu çünkü. Ama ayrılık vakti geldiğinde ne EV kalıyordu, ne ağaç kokusu. ODTÜ bağrına basmayı bırakmıştı diplomayı elime aldığımda. Ve artık Eskişehire dönmek zorundaydım. 

Çok kavga ettim. Tepemde sürekli meyve soyup, her sabah tost yapan bir babaya sahiptim ve çok kavga ettim. İstemiyorum dedikçe elime para sıkıştıran bir anneanne ve her sabah öperek uyandıran bir annem vardı ki, bunlar bana çok fazlaydı. 

Sonra. Sonra işte. Büyümek mi adı, nedir adı bilemiyorum. Öyle çok sardılar ki kalpleriyle. Ne İstanbul hayali kaldı, ne özgürlük isteği. İşimden mutsuz olduğum anlar bile umutluydu benim için. AİLEM burdaydı. Mehmet Bey "Sen Kılıçkap hocanın kızısın unutma" diyordu. Lojmanlarda oturmanın keyfini ağaç kokularıyla ODTÜyü anarak çıkartıyordum. Yalnızlık istediğim her an, bayrak vardı. Hiç kimse sarmasa o sarıyordu beni, o pis soğukta ısıtıyor, bu şehre bağlıyordu. İkinci ailem dediğim onlarca insana sahiptim. Geceler boyu beraber ağladığım, içip içip sarhoş olduğum, sevmekten öldüğüm dostlarım vardı. "Ne zaman istersen ara, gelirim." diyen adamlarım... Beraber büyüdüklerim hani. Onlar vardı!

Seneler böyle, bağlana bağlana, büyüye büyüye, dostlarıma daha sıkı sarılarak, işimi daha çok severek geçti işte. Şimdi ne o lojman benim, ne o bayrak, ne rafa çıkan herhangi bir Pınar Süt paketinde emeğim var. 

Eskişehir benim değil artık. Ama orda bıraktığım ne kadar kalp varsa, onlardan ayrılmak için verdiğim savaş bitiriyor beni. 

Bir de ne bitiriyor biliyor musunuz? 

Kimseyi üzmemek, en çok da babamı üzmemek için trene binene kadar ağlayamamış olmak. 

Çünkü onun için hep güçlü durmak, dik durmak, başımı eğmemek, yorulmamak zorundayım. 

Evet, yeni bir hafta yarın, hatta yeni bir başlangıç benim için. Çünkü artık kabul ediyorum. Artık Eskişehirde yaşamıyorum. 

Ama sevdiklerim, onlar benim kalbimde, benimle beraber o koca, korkunç kalabalığında kimsesiz kaldığım şehre geliyorlar şimdi. Kalbimin en sıcak en güzel köşesini ayırdım onlara. 

Ve artık eminim. Hayatımda yaptığım en doğru hareketti. Mutsuzluk pahasına, o şehri yaşamak için üniversiteden o şehire dönmek, HAYATIMIN EN DOĞRU HAREKETİYDİ. 

Lanet olsun!!! Sizleri çok seviyorum!!!

"Yaşam destek ünitem. Ben.. gidiyorum.."

Sağlıcakla. 

BubukSultan

11 Aralık 2015 Cuma

Yolda~

Dün neyi farkettim biliyor musunuz? Zamanın ne kadar çabuk geçtiğini bilsek de, yavaşlatamıyoruz. Üstelik yavaşlatmaya da çalışmadan, bu hızın içinde aynı hızla kayboluyoruz. 

Üniversiteden çok sevdiğim arkadaşlarımla buluştum dün. Ve inanır mısınız, konu döndü dolaştı 4 yıldır iş hayatında olmamıza geldi. Unuttuğumuz ne kadar çok anımız olduğuna, sevmediğimiz insanların isimlerini dahi hatırlamadığımıza geldi konu. Sonra aralarda bir kalp çarpıntısı oldu. Zeynep'i andık. Ne çabuk geçiyordu zaman. Zeynep'i kaybedeli 2 yıl olmuş. Şimdi aramızda olsaydı 27 yaşında olacaktı.  Üstelik dün gibi aklımızdaydı son yolculuğuna uğurlayışımız. Hepimiz bir gün çıkacaktık o yolculuğa ama, o çaresizce ve arkasında bir sürü genç kalp bırakarak gitmişti buralardan. 

Zaman çok acımasız ve akıllıca hareket ediyordu. Bir yandan yaraları sarıyordu, öteki yandan yaralıyordu hızıyla. Geçmişe takılmadan, hep üstüne yenilerini koyarak devam ediyordu. "Ölüm var, ölmek var, yaşayın!!" diyordu sinsice. 

Ama sonra unuttum ben yine ölümü. Alkolden ağzım yüzüm yamula yamula bindim o arabaya. Çünkü ben de zaman kadar acımasızdım. Üstelik de kendimeydi acımasızlığım. Ne ona, ne öbürüne, ne sana. Sadece kendimeydi. Sağ salim eve vardıktan hemen sonra sızmıştım zaten. Ama gecenin ilerleyen saatlerinde uyanıverdim birden. Mutfağa gittim bir sigara yaktım. Sonra bir ikincisini daha. Düşündüm. Kurguladım. Ders çıkarmalıydım zamandan. Bir bildiği vardı ki hızlı hareket ediyordu. Bir bildiği vardı ki kendi hariç herkese acımasızdı. Bütün gizemiyle saklıyordu hatıraları, ama arkasına bakmadan devam ediyordu. Sonra dedim ki, "Bundan sonra acımasızlıklarını başkalarına sakla Bubum. Bundan sonra geçmişle yaşamak yok." 

Söndürdüm sigaramı. Olması gerektiği gibi yatağıma gittim. Ufak da bir gülümsedim. :) çünkü Zeynep'in gülüşü geldi gözümün önüne. Uzaklardan yakındı bana. Hem de yakınlarımdan uzak olanlara inat. 

O bendeki gülüş de boş değildi üstelik. Pazartesi yeni ve güzel bir hayata adım atıcaktım. Onun kendime yansımasıydı o. 

"Yaşam destek ünitem, ben geliyorum."

Sağlıcakla. 

Bubuksultan